28 Nisan 2009 Salı

Deneme 1 - Bölüm 4

Pencereden kıpkırmızı, kalın, kadife perdeler iniyordu. Masalar ve sandalyeler mükemmel bir simetriye göre dizilmişti. Aydınlatma masanın üstündeki mumlar sayesinde oluyordu, restoranın ışıkları çok kısıktı. Girerken beni çok şık bir görevli karşılamış, rezervasyonum olup olmadığını sormuş, Seda Hanım’ın adını duyunca da gözbebekleri büyümüş ve haddinden fazla bir nezaketle beni bu masaya yönlendirmişti. Masaya doğru yürürken etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Bütün müşteriler fazlasıyla şık ve kasvetliydi. O restoranın içinde sizi korkutan bir şeyler vardı. O günü aklıma getirdiğimde hala o şey in ne olduğunu bulamam.
Masaya oturduğumda ilk önce ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Seda Hanım’ı o kadar zamandan sonra etkileyici bir şekilde karşılamalıydım. Gelince nazikçe kalkıp ceketimin düğmesini ilikleyerek elini mi sıkmalıydım? Yoksa daha rahat davranıp ayağa kalkarak zarif bir şekilde elini mi öpmeliydim? Biliyordum, çoğu kadın ellerinin öpülmesinden daha çok hoşlanırdı. Ama Seda Hanım kesinlikle herhangi bir kategorinin içine girmeyecek kadar değişik bir kadındı.
“İş görüşmesi için seçtiği yerden belli zaten.” Diye mırıldandım kendi kendime ve tam o an karşımda Seda Hanım belirdi.
“Aa yoksa beğenmediniz mi burayı?”
O durumda söylenebilecek hiçbir şey yoktu. Zaten utancımdan kızarmıştım, söyleyeceğim herhangi bir şey artık pişkinlik olacaktı, gülümsemekle yetinip, “Çok güzel.” Diyebildim.
Patronun tam yetki vermesi zaten beni huzursuz etmişken, bir de böyle bir karşılaşma gerçekten mükemmel olmuştu.
Yanımda getirdiğim dosyaları çıkardım. Uzun uzun incelemeye başladı. Gelecekte de daha çok iş yapabileceğimizi belirten bazı imalarda bulundu. İnceledikten sonra bir süre susup yemeğimizi yedik. Biraz da güncel hayattan, ekonomiden, neler olabileceğinden konuştuk. Tanımlayamıyordum ama Seda Hanım’ın davranışlarında beni çok rahatsız eden bir şeyler vardı.
Sanki düşüncelerimi okumuş gibi, “Şu Hanım lafını bir kenara bıraksak.” Dedi.
Artık beni neyin rahatsız ettiğini anlamıştım.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Deneme 1 - Bölüm 3

Ofisin kapısından içeri adımımı attığım anda bir alkış sesi karşıladı beni. Güngör Bey, Selin’in masasının kenarına ilişmiş, yüzünde sinirli olduğunu ve birazdan beni yerin dibine sokacağını ilan eden gülümsemeyle bekliyordu sanki.
“Gerçekten tebrik ediyorum seni. Bu alkışları sonuna kadar hak ediyorsun. Bir kere cesur adamsın. Özel sektörde çalışıp işe bir hafta boyunca geç gelmek her babayiğidin harcı değil. Üstelik o kadar kovarım dememe rağmen. “
Konuşmasına, yani azarına son sürat devam ederken Muharrem boşları toplamak için masaların etrafında dolaşmaya başladı. Tam kapıdan çıkacakken Güngör Bey “Muharrem nereye gidiyorsun? Emir Bey’in siparişini almayacak mısın?” diye devam etti kaldığı yerden.
“Emirciğim kusuruna bakma çocuğun, kafası başka yerde galiba. Bir türlü veremedi kendini işine. Kovayım diyorum, kıyamıyorum bir türlü. Çok çalışkan, çok da becerikli... Ama sabrımı taşırmaya başladı. Çok sorumsuzca davranıyor son zamanlarda. Neyse sıkmayım şimdi canını böyle şeylerle. Kahveni nasıl alırdın?”
“Teşekkür ederim Güngör Bey. Sade bir filtre kahve alıyım ben Muharrem. Yanına da şu karşıdaki pastaneden zeytinli poğaça alıver iki tane. Şuna bak saat kaç olmuş daha benim boğazımdan bir şey geçmedi.” demeyi ölesiye istememe rağmen, “Yok Güngör Bey ben bir şey almayım.” demeyi tercih ettim haksızlığımı kabullenmiş biri olarak. Gerçekten bir kahveye çok ihtiyacım vardı. Ama bu soru bütün arzumu alıp götürmeye yetmişti.
“O zaman benim odaya sade bir kahve, bir bardak da soğuk su, Emir Hazretleri için.” diyerek odasına yöneldi. Konuşmanın odasında devam edecek olması içimi biraz da olsa rahatlatmıştı. Ofistekiler sadece başlangıçla yetineceklerdi. Bu müsabakanın başka bir mekâna taşınmasına en çok da Barlas’ın içerlediğine adım gibi eminim. Ofise girişimden sonra kısa zamanda göze girmeyi başarmam, firmaların reklam kampanyalarında birbirlerine beni referans olarak göstermeye başlaması, benden çok fazla olmasa da kıdemli Barlas’ı çıldırtmaya yetmişti. Ofiste yönetimsel bir hiyerarşi yoktu, dolayısıyla rekabete de hiç gerek yoktu. Ama bu Barlas’ın karakterinde var. Kapıya doğru yürürken önce çıkmak bile onun için bir galibiyet adeta.
“Sabahları ne yaptığını merak etmeye başladım.” diye söze girdi koltuğuna kurulurken. “Bir haftadır düzenli olarak geç kalıyorsun. Anladık esnek çalışma saatleri verimliliğini arttırıyor. Ama burada senden başka çalışanların da olduğunu unutmamalısın. Bu konuyu en başında konuşmuştuk. İşlerini yaptığın sürece benim için bir sorun yok. Ama unutma, şu kapının ardındaki insanları da düşünmeliyim. Seni kayırdığım bir gerçek, ama bunu onların kendi aralarında dillendirmeleri ofis için hiç hayırlı olmaz. Daha dikkatli ol bundan sonra.” Güngör Bey’in sözü Muharrem’in kahveyi getirmesiyle kesildi. İlk yudumu aldıktan sonra kısa bir süreliğine dünyasının değiştiğine yemin edebilirim. Güzel bir orta şekerli Türk kahvesi Güngör Bey’in en zayıf noktasıydı sanırım. Bu değişim konuşmasının devamına da yansıdı.
“Seda Hanım’ı hatırlıyor musun?”
Azarımın biteceğini hissetmiştim ama bu kadar hızlı bir konu değişikliğini beklemiyordum doğrusu. “Hatırlıyorum efendim.” derken bir yandan da hafızamın derinliklerinde Seda Hanım’ı aramaya başlamıştım. Şu an için herhangi bir olumsuz cevap verme lüksüm yoktu çünkü. “İşten de uzaklaşıyorsun yavaş yavaş. Müşterilerimizin isimlerini unutmaya başlamışsın baksana.” tepkisiyle karşılaşmak istememiştim bir an. Gerçi şu an için müşterimiz olup olmadığını da bilmiyordum ama elbet birazdan Güngör Bey ihtiyacım olan bilgileri verecekti.
“Bugün öğleden sonra Seda Hanım’la bir görüşmem var. Senin gitmeni istiyorum.”
İkinci kez adını duymak işe yaramıştı kim olduğunu anımsamama. Seda Hanım, ofise ilk girdiğim günlerde, markasının yeni reklam kampanyasını bizim yürütmemizi istemişti. Sahibi olduğu firma sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde bilinen ve rağbet gören bir iç çamaşırı markasıydı. Konu iç çamaşırı olunca, kampanya süresince ofiste çok gayri ciddi bir hava esmişti haliyle. Bırakılan örnek ürünlerle ilgili yapılan şakalar, hemen hemen her gün yenilenen gündemleriyle kadın-erkek tartışmaları, krize dönüşen kahkahalar o günlerden aklımda kalan birkaç ayrıntı sadece.
“ Ama efendim sizinle görüşmek istemiş. Ben gidince bir problem olmayacağına emin misiniz?”
“ Aa yok emin değilim. Sen şimdi çık ben bu konuyu biraz daha düşüneyim en iyisi Emirciğim. Seni de odaya kadar yordum kusura bakma.”
Sinirinin bu kadar kolay geçmesinde bir gariplik vardı zaten.
“Benim gitmem gerekse bunu bilirim herhalde değil mi? Eski reklam kampanyasıyla ilgili hazırladığımız dosyaları istiyor. Benim oğlanın okuluna gitmem gerekiyor. Hocası acil çağırmış. Bu sefer ne haltlar yedi kim bilir. ”
Anlaşılması zor bir kadındı Seda Hanım. Klasik modacı tavırları da denebilir. Hiçbir şeyi beğenmeme, beğendiğini de “Eh işte, fena değil.” kalıplarıyla belli etme, insanları küçümseme ve daha bunun gibi küçük ama sinir bozucu birçok özelliğe sahipti. Diğer modacılardan en büyük farkı çok genç olmasıydı. Kendi defilelerinin finallerini, tanıtımı yapılan kreasyonunun en seçkin ürünüyle kendisi yapardı. Fiziğine, güzelliğine güvenmekte sonuna kadar haklıydı. Seda Hanım’ı “Seda Hanım” yapan her özellik onunla birlikte çalışmayı zorlaştırıyordu kısacası.
“Benim yerime senin gideceğini söyledim ben zaten.” Emir Bey çoktan çantasını toplamış, paltosunu giymişti.
“Ha unutmadan, Seda Hanım’a tam yetkili olduğunu söyledim. Yani her şeyi konuşabilir, hazırlıklı ol. Bu kadından aldığımız ilk iş bizi nerelere taşıdı görüyorsun. Yeni bir anlaşmayla falan gelecek olursan belki seni ortak yaparım, belli mi olur. Hadi kolay gelsin.” Sadece kapıdan çıkarken söylediği şu sözler bile görüşme boyunca elimin ayağıma dolaşması için yeterliydi.

16 Nisan 2009 Perşembe

Deneme 1 - Bölüm 2

BÖLÜM 2
3 Gün Önce...
Hava ne zaman kapalı olsa sabahları uyandığımda, hep mutsuz olurum. Çocukluğumda da böyleydi bu. Okula beş karış bir suratla gider, ilk dersten hiçbir şey anlamazdım böyle günlerde. Öyle bir güne uyanmıştım yine. Yağmur yağıyordu. İnsanlar bir yerlere yetişmek için koşuşturuyor, birbirlerine çarparak yürüyor, şemsiyelerini kontrol etmeye çalışıyorlardı. Bense orada, evimin en sevdiğim köşesinde oturmuş, pencereden olanları izliyordum. En sevdiği köşesi dedim de, insan bu evde zaten sadece bu köşeyi sevebilirdi. Diğer kısımlar dağınık, bakımsızdı. Buraya taşınırken bu köşeye koyacağım kanepeyi bile hayal etmiştim. Bembeyaz olacak ve oturduğunuzda saracaktı sizi. Aynen öyle de oldu. Tek problem, kumandayı hep koltuğun arasına düşürüyor olmamdı. O kadar açıktı ki minderlerin arası. Ama çok mutluydum evimde. Aslında, mutluluktan çok, huzurdu belki de bulduğum. Buraya oturup dışarıyı seyretmek… Tam çocuğunun elinden tutup onu sürükleyen bir anneyi izliyordum ki, kapı çaldı.
“Hadi ulan hazırlan çıkıyoruz. Çok işimiz var daha. Akşama da kızları ayarladım en temizinden…”
Gelen Suat’tı. En anlamsız ve boş planları o yapar, sizi gecenin bir saatinde uykunuzdan uyandırıp balık ekmek yemeye götürür, sonra da sanki siz onu yaka paça sürüklemişsiniz gibi durmadan şikâyet ederdi.
“Ya saçmalama Suat gelemem ben hiçbir yere, çok işim var bugün.”
“Oğlum yapma bak hatun diyorum almıyor mu kafan? Yeter artık ya Ceren’den, kaç yıl oldu ulan, her gün aynı yemek yenir mi?
Uzun süreli bir ilişkiyi yemeğe benzetme düzeysizliğini gösterince iyice tepem attı.
“Suat siktir git geçireceğim suratının ortasına o olacak ama ha!”
Afalladı birden. Ne diyeceğini bilemedi bir süre. Kapıyı çarpıp çıktı sonra. Ama ne yapayım, yıllardır Ceren’den ayırmaya çalışıyor beni. Hatun ayarlamalar, eve getirmeler… Yetti artık burama geldi. Yarın arar alırım gönlünü.
Tam kapıyı kapatmıştım ki yine çaldı. Tekrar karşımda Suat’ı göreceğim diye o kadar sinirli açtım ki kapıyı, korkudan zıpladı annem.
“İstemiyorsan gideyim oğlum, kapı böyle mi açılır yahu!”
“Yok anne, pardon… Suat gelmişti de… Aman neyse boş ver geç içeri, hoş geldin.”
Ayrı eve çıktığımdan beri böyle birkaç gün gelirdi annem. Hiçbir zaman beğenmezdi düzenimi. Her gelişinde dağınıklığıma laf eder, uzun uzadıya anlatırdı düzenli ve temiz olmanın faydalarını. Son zamanlarda sıklaşmıştı gelmeleri. Evin anahtarını yaptırmayı teklif ettiğim bir gün,
“Olmaz öyle şey oğlum. Bu ev tamamen senin... İnsan kendi evinin anahtarını ancak karısına vermelidir. Hem bekâr adamsın ne olur ne olmaz.” diyerek yine gösterdi ne kadar anlayışlı bir kadın olduğunu.
“Annem çıkıyorum ben, sen de fazla yorma kendini etrafı toplayacağım diye tamam mı? Akşama yine dağılır zaten” dedim yanaklarından öperek. Bir yandan da gülüyordum sinirlenişine.
“Dağıt bakalım benim salak oğlum.” Diye bağırdı arkamdan.
Apartmandan çıktım, yağmur arttırmıştı hızını. Hemen arabama atlayıp yola çıktım, geç kalmıştım. Daha Ceren’i evinden alacak, onu işyerine bırakacak, sonra da ofisime geçecektim. Kesin sinirlenmiştir diye geçiriyordum içimden. Her zaman hoşgörülüdür ama tek tahammül edemediği şeydir beklemek. Yıllar önce sinemaya on dakika geciktim diye beni beklemeden gitmişti. Gönlünü almam bir ay sürmüştü yanlış hatırlamıyorsam. Evinin önüne vardığımda, her sinirlendiğinde yaptığı gibi saçlarıyla oynuyor bir yandan da gökyüzüne bakıyordu. Garip bir şeydi aslında. Ne zaman yağmur yağsa insan gökyüzüne bakma ihtiyacı hissediyordu. Sanki inanmıyorduk yağmurun yağdığına, ya da kanıt arıyorduk yukarıda.
“Nerde kaldın ya saat kaç oldu farkında mısın?”diye azarlayarak bindi arabaya.
“Özür dilerim hayatım, trafik falan… Annem geldi bir de onunla oyalandım biraz.”
“Ne kadar sık gelir oldu annen. Benden fazla görüşüyorsun artık onunla.”
Bu sitem dolu cümleye yine aynı üslupla karşılık vermem zaten yağmurla başlayan günümü daha da kötüleştirecekti, sustum.
“Aferin aferin sus böyle dedi.” Çantasında bir şeyler arıyormuş gibi yaparak.
En ilginç özelliğidir kadınların. Susmanız ya da konuşmanız hiçbir şey fark etmez böyle durumlarda. Ne yaparsanız yapın onları tatmin edici bir cevap bulamazsınız.
Sürekli konuşmaya ve azarlamaya başlarlar, dinlemezler bile sizi. Böyle durumlarda, fark etmese de, susmanız her zaman daha iyidir. En azından yorulmamış olursunuz.
İş yerine gelmiştik. Yanaklarımdan öptü ve arabadan inip uzaklaşmaya başladı. En çok bu özelliğini severdim. Ne kadar tartışırsak tartışalım beni böyle sıcacık öpmeden gitmezdi hiç. Yürüyüşünü seyrederken ne kadar mutlu bir hayatım olduğunu düşünüyordum. İşlerim iyi gidiyordu, güzel bir sevgilim de vardı. Huzurluydum. O gün bütün hayatımın değişmeye başlayacağını nereden bilebilirdim?

12 Nisan 2009 Pazar

Deneme 1 - Bölüm 1

“Çayını içmeyecek misin?”
Geleli on dakikadan fazla olmuştu ve artık sessizlik ağır gelmeye başlamıştı. Söylediğimin de pek bir işe yaradığı söylenemez, ama en azından dikkatini çekmeme yardımcı olmuştu.
“Soğuk seviyorum. Sanki bilmiyorsun.”
Soğuk sevdiğini biliyordum ama buz gibi içmediğini de çok net hatırlıyordum. Fazla üstelemedim. Zaten fazlasına da hakkım yoktu. Buluşmak için aradığımda “Söyleyecek bir şeyim yok, ama anlatacakların varsa dinlerim.” diyerek kabul etmişti teklifimi. Başından belliydi tavrı. En sevdiği çay bahçesine gelmiştik. Böyle küçük şeylerle etkileyebileceğimi hiç sanmıyordum, ama ben inadına detaylardan kendi umutlarımı somutlaştırmaya çalışıyordum. Taktığı tokanın tanıştığımız günkü tokasıyla aynı olduğuna yemin edebilirim. Saçı da o günkü gibiydi. Krem rengi paltosunu beraber beğenip almıştık. Başka biri olsa bunların hepsini bir şeyler anlatmak için kullanırdı. Ama başka biri olsa…
“Ee konuşmayacak mısın?” sözüyle düşünceler dağıldı bir anda.
“Konuşacağım. Peki sen hep böyle sert mi olacaksın bana karşı?”
“Geldiğime şükretmen gereken yerde hala başka şeyler de isteyebilmen ilginç doğrusu. Ama gene de cevap vereyim soruna, evet sert olacağım. Bu zamana kadar ılımlı olmanın faydasını görmedim.”
Anlaşıldı yumuşayacağı yoktu bugün. Hiç dinlemeden yargılamasına bozulsam da bunu belli etmedim. Zaten bunu söyleyecek olsam “Bu zamana kadar neyi bekledin?” diyerek susturacaktı nasıl olsa. Haksız da sayılmazdı. Bunca zaman arkasından iş çevirdiğimi düşünüyordu. Daha doğrusu artık düşünmüyordu, buna çoktan inanmıştı.
“Ceren biraz abartmıyor musun? Daha ne olduğunu bile anlatmama izin vermeden çekip gittin. Günlerdir resmen peşinden koşuyorum beni dinle diye. Madem dinlemeyi kabul ettin, en azından şimdi şu öfkeni bir kenara bırak.”
Bir nefeste bitirdim sözümü. Bunları söylediğime ben de inanamamıştım.
“Abartmak mı? Evine geliyorum. Önce koltuğun arasına sıkıştırılmış bir fular buluyorum. Daha onun şaşkınlığını üzerimden atamamışken ayağıma takılan şarap kadehi yuvarlanarak sehpanın altındaki diğer eşinin yanına gidiyor. Anlaşılan o kadar zamansız gelmişim ki, kadehleri adam gibi saklayamamışsın bile. Bütün bunların üzerine utanmadan abartma diyebiliyorsun bana. Bu hakkı kendinde görüyorsun yani.” demesini beklerken “Peki seni dinliyorum.” demekle yetiniyor sadece. En kötüsü de bu olsa gerek: Tepkisizlik. Daha fazla uzatmadan başlıyorum.
“Seni aldattığımı düşünüyorsun. Hatta eminsin. O gün yaşananlardan sonra hiçbir şey dinlemeden çekip gitmeni anlayabiliyorum. Ama sonsuza kadar böyle kalamayız. Yani ben kalamam. Hele ki böylesine büyük bir yanlış anlaşılma sonucu seni kaybedemem. “
“Yanlış anlaşılma mı? Aldatan erkeklerin inkâr gücünü daha önce bizim kızlardan duymuştum. Ama ne kadar pişkin olduklarını hayal etmek güçtü. Şimdi gözlerimle görünce daha iyi anlayabiliyorum.”
“Ceren lütfen yapma. Sesimi çıkarmadıkça dozu arttırıyorsun. Madem dinlemeye geldin, o zaman sadece dinle.”
“Öyle olsun bakalım.” dedi çayına uzanırken. Sonunda içmeye başlamıştı.
“Nereden başlayacağımı bilmiyorum gerçekten. Evet, o gece yalnız değildim evde. Ve evet, evdeki misafirim bir kadındı.”
Ceren aniden elini çantasına attı. Öfkesini gözlerinden çok rahat okuyabiliyordum.
“Misafiri bir kadınmış. Çok sürpriz oldu Emir Bey gerçekten! Dur tahmin edeyim yoksa şarap mı içiyordunuz ben kapıyı çaldığım sırada?”
“Tam olarak öyle olmadı.” dedim gitmemesi için bileğinden kavradığım anda.
Keşke Ceren’in sandığı gibi olsaydı. Göründüğü gibi basit bir aldatma olayıyla kalsaydı o gece yaşananlar.
Keşkeden öteye gidemiyordu o an için düşüncelerim. Ceren’i ikna edebilmem için, ikinci kadehin sahibinin zararsız olduğuna inanması için her şeyi baştan anlatmam gerekiyordu. Evet, o geceki misafirim zararsızdı. Yatağımın altından dirilip salona gelerek “Ölü gibi uyumuşum saatlerce valla. Emir neden uyandırmadın beni canım?” diyemeyeceğine göre endişelenecek bir durum yoktu. Bir de Ceren’e evimdeki ölü kadın hakkında açıklama yapabilirsem her şey tatlıya bile bağlanabilirdi.
“Bırakır mısın kolumu!” diye bağırmaya başladı. Saat zaten çok geç olmuştu, etraftakilerin dikkatini çekmek en son isteyeceğim şeydi, bıraktım.
“Bir daha sakın ama sakın arama beni!” dedi. Arkasından gidişini izlerken biliyordum. Tekrar görüşecektik. Çünkü hiçbir film bu kadar erken bitmezdi…

Başlangıç Olarak

Denemeye çalıştığımız şey yazıda satranç oynamak gibi geliyor bize. Herkesin, kendinden önce yazılan bölümü devam ettirmesi gerekiyor sürekliliği korumak adına. Ama sonraki bölüm hakkında karşı tarafa yorum yapma, müdahale etme, onu etkilemeye çalışma gibi bir hak ikimiz için de geçerli değil. Bizi bu yazılara bağlayan en önemli kural da bu. Yazısını tamamlayan, bir sonraki bölümü merak etmeye başlıyor. Hem yazan hem okuyan olma durumu bir yerde.

Geniş çaplı okuyucu kitlelerine ulaşmak gibi bir hayalimiz var, ama amacımız yok. Şu an için tek amacımız yazdıklarımızı yakın çevremizin beğenisine sunmak. Tanımayanlar da alaka gösterip okurlarsa ne mutlu bize.

Son olarak okuyuculardan çok ufak bir ricamız var. Lütfen yazılanlara dahil olma çabası içinde yorumlar yapmaktan kaçınalım. Yerin dibine geçirilmeye , ya da göklere çıkarılmaya hazırız. Ama yazılarımıza müdahale gibi bir durumla karşılaşmak pek de arzu ettiğimiz bir şey değil. Müdahaleden kastımız, yazılanların devamını getirme kaygısı taşıyan okuyucu yorumlarından ibaret, fazlası değil."Bu şöyle devam etse mükemmel olur." ya da "Ben olsam böyle yazardım." düşüncelerine pek sıcak bakmıyoruz, bakamıyoruz. Çünkü biz birbirimize bile karışmıyoruz.

Çok konuştuk, bundan sonrasını yazılarımıza bırakıyoruz.

(Not:Blog fikrini bizden esirgemeyen Fikret arkadaşımıza,canımıza,yavrumuza teşekkürü bir borç biliriz.)